Sinemada postmodern anlatı deyince akla ilk gelen Quentin Tarantino‘nun yönetmenliğini yaptığı senaryosunu Roger Avary ile birlikte yazdığı 1994 yapımı Ucuz Roman‘dır. Hikayesi, oyunculukları ve müzikleriyle kült olan yapım Cannes’da büyük ödül olan ‘Palme d’Or’a layık görüldükten sonra Oscar’a da 7 dalda aday olur. Aday olduğu kategorilerden “En İyi Senaryo” ödülünü kucakladıktan sonra adını günümüze kadar taşır. Günümüzde ise Pulp Fiction “başyapıt” olarak kabul görür. Kadrosunda John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman, Bruce Willis gibi yıldız isimleri barındıran film, önde gelen sinema sitesi ‘IMDb’nin kullancı oylarıyla “Top 250 Film” listesinde 7 numaraya yerleşti.
“Pulp Fiction” kurgusuyla, senaryosuyla, müziğiyle hatta oyuncu kadrosuyla bile Tarantino’nun elinden çıktığını az çok belli ediyor. 25 yıl önce vizyona girmiş olan film Tarantino’nun mesleğinin başından itibaren üslubunu yansıttığını kanıtlarcasına birçok ödül toplamış. Eleştirmenlerden de oldukça güzel geri dönüşler almıştır.
Ringo ve Yolanda birbirine aşık küçük çaplı soygunculardır. Hayatlarına az da olsa heyecan katmak adına farklı bir planın peşine düşerler. Vincent Vega ve Jules Winnfield, Marsellus Wallace adına çalışan iki tetikçidir. Marsellus, şehir dışındayken tetikçisi Vincent’tan karısı Mia Wallace’ı bir gece dışarı çıkarıp eğlendirmesini ister. Aynı zamanda karanlık dünyanın patronu olan Marsellus, boksör Butch Coolidge’den hile yapmasını ister. Butch maç esnasında yenilgiyi kabul edemeyip kaçmaya başlar. Film, kendine bu yedi karakteri konu edinir.
Film kendi içinde 3 başlığa ayrılmışken tek bir konuya odaklanmak mümkün değil. Her ne kadar üç ana kısım olsa da hikayeler dallanıp budaklanıp daha fazla konuya değiniyor. Farklı zaman çizgileriyle aktarılan hikayeler film bittiği an seyircinin kafasında oturacak kadar da temiz işlenmiş. Son saniyeye kadar bütün taşlar yerine oturmayıp her sorun çözümlenmediğinden çok sürükleyici devam ediyor tüm film.
Filmin 3 başlığa ayrıldığından bahsetmiştik ve tabii ki sizlerin daha iyi anlayabilmesi için bu başlıkları ayrı ayrı işlememiz daha iyi olur. Karakterlerin birbirinden habersiz hikayelerinin herbiri merak uyandırıcı ve her karakter için film farklı yerlerde noktalanıyor. Yine de tüm olaylar bir şekilde birbirine dokunmadan bitmiyor film. Hikayelerden ilki Honey Bunny ve Pumpkin’inki. Bu çiftimizin hikayesi bir restoranda geçen kısacık zamanda tamamlanıyor ve en az tanıdığımız karakterler olarak kalıyorlar. Hikayeleri de kendileri gibi küçük bir yer kaplıyor filmde.
Soyguncu bir çift olarak karşımıza çıkan Honey Bunny ve Pumpkin restoranda otururken bir sonraki soygunlarını soygunlarını düşünüyorlardır. Bunun hakkında konuşurken bir restoranı soymanın çok kolay olacağını düşünüp, yemek yedikleri restoranı soymaya karar verirler ve silah çekerler. Daha sonrasında ne olduğunu ancak filmin sonrasında görebiliyoruz ve filmin akışını bozup kafanızı karıştırmak istemeyiz o yüzden buraya daha sonra tekrar değineceğiz.
Filmdeki diğer bir başlık da Vincent Vega ve Marsellus Wallace’ın karısı. Başlık her ne kadar Vincent ve Mia’ya ait olsa da daha fazla karaktere odaklanan bir hikaye bu. Patronun şehir dışına çıkarken Mia’nın yanında bulunması için Vincent’ı görevlendirmesiyle başlıyor. Doğrudan Mia’nın hikayesine bakacak olursak sorumsuz davranışlarından dolayı başına gelmeyen kalmıyor. Hatta ölüp dirildiği bile oluyor. Vincent elinden geldiği kadar Mia’yı dizginlemeye çalışsa da en sonunda Mia onu da baştan çıkarıyor ve karakterler hızlıca karanlık bir hikayeye sürükleniyor. Kısa bir yemek ve dans sahnesinden sonra eve döndüklerinde Mia’nın aşırı doz uyuşturucudan kalbinin durması ve Vincent’ın onu hayata geri döndürme çabaları oldukça etkileyici. Mia’yı tedarikçinin evine götürüp ondan yardım istediği halde müdaheleyi yine Vincent’ın yaptığı sahne tersten çekilmiş. Adrenalin iğnesini aslında saplamıyor, sadece göğsünde duran iğneyi hızlıca geri çekip sarmışlar. İzleyeni fazlasıyla geren bir sahne olduğu gibi çekilmesi de zormuş anlaşılan. Mia canlandıktan sonra Vincent’la bunu kimseye söylemeyecekleri konusunda anlaşıyorlar ve tekrar karşılaşmaları ancak Marsellus’un odasında oluyor. Mia üstü kapalı bir şekilde teşekkür ettikten sonra da hikayesi sona eriyor.
Bu başlığın değindiği bir diğer hikaye de Jules’unki. Jules patronunun çantasını almaya gittiklerinde saldırıya uğrayıp sağ çıktıkları için aniden insan öldürme işini bırakmaya karar veriyor. Çanta teslimini yapıp bir an önce kurtulmak isterken arkadaşlarından biri çok absürt bir şekilde ölüyor. Vincent’la cesedi ortadan kaldırmaya çalıştıkları sahneler de eğlenceli ama aynı zamanda rahatsızlık verici.
Jules’un hikayesi restorana bağlanıyor ve orada soygun yapan kişileri daha önce olsa gözünü kırpmadan öldürecek olan suçlular onları bağışlıyor. Karakterindeki değişimin kalıcı olduğunun sinyalini veren Jules’un işi bıraktığını daha sonra da Vincent’ı tek görünce anlıyoruz.
Vincent ise restorandan sonra Mia’nın yanına izlediğimiz olayları yaşamaya gidiyor. Ancak Vincent’ın hikayesi böyle bitmiyor. Butch’ın evini gözetlemeye gittiğinde yanında Jules olmadığı için hazırlıksız yakalanıp filmdeki diğer ölümler kadar hızlı bir şekilde veda ediyor.
Eveeet. Bahsedeceğimiz son başlık Buthc’ın ki. Butch’ın hikayesi duygusal temellere dayandırılmış. Babasından yadigar saatin ne kadar değerli olduğunu görerek başlıyoruz Butch’ı izlemeye. Barda Marsellus’la yaptığı anlaşmadan sonra buna uymayıp kaçmaya çalışıyor. Her şey planladığı gibi rahat ilerleyecekken tek engel başta gördüğümüz saat oluyor. Saatin peşinde giderken önce Vincent’ı öldürmek zorunda kalıyor. Tam kurtulduğunu düşünürken de Marsellus’la karşılaşıp ikisinin de sapıkların eline düşmesine sebep oluyor. Yine bu adamlardan kendini kurtardıktan sonra son anda Marsellus’a da yardım etmeye karar verip yakasını tamamen mafyalardan kurtarmış oluyor ve hayal ettiği hayatı yaşamak için yeniden yola çıkıyor.
Eğer Butch saatini en başta evde unutmasa tüm bu olaylar yaşanmadan da şehri terk edip kurtulmuş olacaktı. Böyle bakınca kendinden çok başka karakterlere zarar veren bir konumda olduğunu anlıyoruz Butch’ın. Kötü karakter olarak tasarlanmasa da filmdeki çoğu sorun gibi Butch da yalnızca talihsizlikler sonucu bunların yaşanmasına sebep oluyor. Pulp Fiction sayesinde filmlerdeki sorun çözme denkleminin bir kötü adama ihtiyaç duyulmadan da elde edilebileceğinin en güzel örneklerinden birini görmüş oluyoruz.
Peki neden postmodern anlatı deyince akla ilk Pulp Fiction geliyor? Postmodern sanatının belki de en önemli özelliği parçalanmışlık duygusunun her zaman var olmasıdır. Biçim ve içeriğin her daim uyumsuz olması postmoderni, post modern yapan şeydir. Tarantino da Pulp Fiction filminde biçim ve içeriğin uyumsuzluğunu ele alıp parçalı bir kurguyla filmini seyirciye sunuyor. Parçalı kurgu ile zaman ve mekân kavramlarını yok ederek geçmişle şimdiki zaman arasındaki sınırları kaldırıyor. Bu sınırlar sadece parçalı kurgu ile ortadan kalkmıyor. Aynı zamanda filmin doksanlı yıllarda geçmesine rağmen altmışlar ruhunu taşıması, Vincent ve Mia karakterlerinin çıktıkları akşam yemeğinde var olan nostalji duygusu, zaman ve mekân konusunda seyirciye herhangi bir açıklama yapılmaması gibi sebeplerle geçmişle şimdiki zaman arasındaki sınırları ortadan kaldırıyor.
Biraz öncede bahsettiğimiz gibi filmim çok farklı bir zaman anlayışı var. Başlıkları birbirinden bağımsız zamanlarda anlatıyor fakat bir yandan bağlantılı olacak başlıkları ancak filmin tamamını izlediğimizde anlayabiliyoruz. Filmde birçok karışıklık olmasında rağmen izledikçe ve kafa yordukça çoğunu gidermek mümkün fakat filmin bize cevabını vermediği bazı sorularda var. Örneğin çantada ne vardı? Veya marcellus’un ensesindeki yara bandı… Hoş her filmde olur zaten böyle küçük gizemler ama genede insan merak ediyor.
Bu harika film hakkında konuşacak tonla şey var fakat kim bir film hakkında 40 sayfalık bir kompozisyon okumak ister ki? Her neyse uzun lafın kısası bu film her ne kadar 25 yıl önce çıkmış olsa bile izlendiği zaman hala aynı zevki vermekte. Sonuçta bir Quentin Tarantino filmi değil mi?