Ingmar Bergman günümüzde dahi fazlasıyla saygı duyulan ve sevilen bir yönetmen. Filmleri eski olmasına rağmen günümüzde hala tazeliğini koruyan ve zamanının ötesinde düşüncelerle çekilmiş filmler. Bugün ise birlikte Bergman’ın başından geçen bir hastalığın ilham verdiği “Persona” adlı filmini inceleyeceğiz.
1965’te bir iç kulak enfeksiyonu geçiren Bergman, sürekli olarak, hatta uyurken bile baş dönmesi yaşar. Başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan Bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. Ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. Bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. İyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan hemşire ve hastayı görür. Bergman’ın başyapıtı Persona işte bu hasta-hemşire ikiliği ve birbirine karışan yüzler üzerinde temellenir.
Filmin öyküsünü özetleyecek olursak, ünlü bir oyuncu olan Elisabeth, Elektra adlı oyunu sahnelerken aniden susar. Doktoru fiziksel ya da ruhsal bir rahatsızlığı olmadığını, suskunluğunun bilinçli bir tercih olduğunu söyler ve onunla ilgilenmesi için hemşire Alma’yı görevlendirir. Tedavi süreci yani filmin geri kalanı doktorun deniz kenarındaki yazlığında geçer. İki kadın herkesten izole bir biçimde yazlıkta zaman geçirirken Alma Elisabeth’in kışkırtan sessizliği karşısında bütün sırlarını açık eder ve Elisabeth’in benliği karşısında kendi benliğini yitirme tehdidiyle burun buruna gelir.
“Persona” karşısında doğru bir bakış geliştirmek isteyen çağcıl izleyici her şeyden önce bir teatral metinle yüz yüze olduğunu bilme durumundadır. İsveçli yönetmen Ingmar Bergman henüz yapımın girişinde belirtir bunu. Yapımın adı kelime manasıyla Latince “person\a-ae’ yani maske; karakter, rol; kişi, kişilik” anlamına gelmektedir. İsme morfolojik olarak dikkat çekmek gerekirse “per: herhangi bir şeyin içinden, ortasından geçmek, son\us –i: ses, gürültü; ton” olarak literatürde yerini almıştır. Tiyatro kökenli olan Bergman’ın yapımın taşıdığı mesaj doğrultusunda filme böyle bir isim atfetmesi oldukça manidar.
Bergman sineması nevrozların sinemasıdır. Filmleri baskıya dayalı, travmatik çocukluğu ve II. Dünya Savaşı sonrası İsveç’in bunalımından izler taşır. O nedenle filmlerinin çoğunun psikolojik analizle okunmaya açık olduğunu görüyoruz. Persona, Jung’un Arketipler Kuramıyla okunmaya açık bir film. Bu yüzden film hakkında biraz daha bahsetmeden önce Jung’un Arketipler Kuramından biraz bahsetmemizde fayda var.
Bergman’ın başyapıtıyla aynı ismi taşıyan Persona kavramı, Carl Gustav Jung’un en temel teorilerindendir. Buna göre, dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin parçası personamızdır. Yunan oyuncuların taktığı maskelere gönderme yapan Persona, başkalarına gösterdiğimiz kişiliklerimizin maskesidir. Toplum tarafından tepki görmemek için gizlediğimiz yanımızı örten kostümdür. Böylece kendimizi tehlikelere karşı korur, çıkarlarımızı güvence altına alırız.
Bazı durumlarda kişi, taktığı personanın aslında kendisi olduğuna inanmaya başlar. personasıyla bir olan kişi böylece kendisine yabancılaşır. Bu durumu Jung “şişme (inflation)” olarak tanımlar. Bu kişiler, rollerine kendilerini fazlasıyla kaptırmış, personalarının egemenliği altında kaybolmuş ve kendi gerçekliklerinden kopmuşlardır. Filmde de Elisabeth’in başına gelen de aynı şeydir. Elisabeth personasıyla özdeşleşmiş ve kendi gerçekliğini kaybetmiştir. Bu yüzden bilinçli olarak susmayı tercih etmiştir. Böylece rol yapmayacak ve yalan söylemeyecektir.
Bergman filmlerinde izleyicinin algısını kıracak yöntemler kullanır. Bunun sebebi ise izleyiciye bir film karşısında olduğunu hatırlatmaktır. Böylece izleyenler filmle özdeşleşme içine girmez, filme yabancılaşır ve dışarıdan bakar. Örneğin Persona’nın ilk sahnelerinde, görüntünün izleyici üzerindeki güçlü etkisini kanıtlayan peş peşe tek çekimlik görüntüler izleriz. Film bir projeksiyon arkı ve film şeridinin görüntüsüyle başlar, sırasıyla bir örümcek, kesilen bir koyun başı, dışarı çıkarılan işkembe, çivi çakılan bir el, erekte olmuş bir penis, morgdaki ölüler ve son olarak morgda boylu boyunca yatan bir çocuk görüntüsüyle şoke ediliriz.
Çocuk bir türlü üzerini örtemez ve yüzüstü uzanıp Lermontov’un “Çağımızın Bir Kahramanı” romanını okur. Bu ana kadar bizim bakışımızdan çocuk bizim dışımızdadır. Ardından bakışımız bir anda yer değiştirir ve seyirci olarak oturduğumuz yerde Elisabeth ve Alma’nın yüzlerinin olduğu görüntünün yerini alırız. O anda çocukla aynı odanın içindeyizdir ve içeriden dışarıya bakarız. Daha film başlamadan kafamızda bir sürü soru oluşmuştur bile. Bergman bu görüntülerle seyircinin algısını kırmayı hedeflemektedir. Bu sahnenin devamında çocuk bir telefon sesiyle doğrulur ve eliyle ekrana dokunur. Daha sonra Alma (hemşire) ve Elisabeth (aktris) karakterlerini seyirciye tanıtır. Elektra oyununu sahnelerken aniden susan ünlü oyuncu Elisabeth hastaneye yatırılmıştır ve hemşire Alma onunla ilgilenmek üzere görevlendirilmiştir…
Elisabeth hastanedeyken Alma’nın radyodaki merhamet temalı piyesi açması üzerine rahatsız olur ve tıpkı sahnede olduğu gibi gülerek tepki verir. Dış dünya gerçekliklerine ise korkuyla yaklaşır. Hastane odasındaki televizyonda Budist bir rahibin Vietnam’da olanlara tepki olarak kendini yakmasını dehşet içinde izler. Gerçeklik onu rahatsız eder.
Ayrıca doktorun Elisabeth’e söyledikleri, Elisabeth’in durumunu ve filmin temasını özetler niteliktedir;
“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere gerek kalmaz. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Hastane seansının ardından film doktorun yazlığında devam eder. Susan(Elisabeth) ve susmayan(Alma) iki kadın bir araya getirilir. Film monolog üzerine kuruludur, Alma sürekli konuşur, Elisabeth ise susar. Ünlü bir oyuncu olan Elisabeth zaten özdeşleşmeyi tetikleyen bir konumdadır. İlaveten kışkırtıcı konumdaki suskunluğu Alma’yı daha çok cesaretlendirir ve onunla en mahrem sırlarını paylaşmasına neden olur. Böylece iki kadının rolleri değişir. Alma hasta konumuna düşer, Elisabeth de sabırla onu dinleyen ve sorunlarını dile getirmesi için onu cesaretlendiren “klinik gözlemci” konumuna yükselir.
Filmin bütününe bakıldığında hayalin nerede başlayıp gerçeğin nerede bittiği anlaşılmaz. Dolayısıyla klasik anlatı sinemasındaki gibi olaylar kronolojik bir sırayla birbirini izlemez ve seyircinin bu yöndeki beklentisi boşa çıkarılır. Alma Elisabeth’e içini döktükten sonra düşsel bir boyutta Elisabeth ile Alma’nın karşı karşıya geldiklerini görürüz. İki kadının yüzleri birleşir ve birisi diğerine dönüşmeye başlar. Bergman, yakın plan çekimleri en çarpıcı kullanan yönetmenlerden biridir. Bu çarpıcı yakın plan yüz çekimlerinin seyircide uyandırılmak istenen duyguların aktarımında çok etkili olduğunun ve anlatıya ve dramatik yapıya olan katkısının farkında olan Bergman, filmlerinde sık sık yakın plan çekimlere başvurur. Birbirinin yerine geçmeye çalışan iki kadın başlarını birbirlerinin omzuna dayarlar. Alma’nın bedeninde Elisabeth’in başı ve Elisabeth’in bedeninde Alma’nın başı durmaktadır. Elisabeth her şeyden sıyrılıp Alma gibi basit olmayı isterken, Alma da her şeyden sıyrılıp karizmatik, güzel olmayı istemektedir. Elisabeth ve Alma gece ile gündüz kadar farklıdır ancak garip bir biçimde birbirlerini tamamlarlar.
Ingmar Bergman‘ın bu monolog ve ilginç temalı filmi; konusuyla, ilerleyişiyle ve vermek istediği mesajlarla bir Ingmar Bergman filmi olduğunu her açıdan belli ediyor. 1966 yapımı bu dram filmi verdiği mesajlar ve seyircisine kazandırdığı farklı bir bakış açısıyla aldığı tüm övgüleri hak etmekte.