Russian Doll, başrolünü Natasha Lyonne (Nadia Vulvokov) ve Charlie Barnett’in (Alan Zaveri) paylaştığı 1 şubat 2019’da Netflix’te yayımlanmaya başlayan sekiz bölümlük komedi-dram dizisidir.
Russian Doll, 36. doğum günü partisine sıkışıp kalan Nadia Vulvokov’u konu alır. Nadia, arkadaşlarının kendisi için hazırladığı partiden çıkmaya çalışırken bir taksinin çarpması sonucu hayatını kaybeder. Ya da kaybeder mi?
Nadia, gözlerini yeniden açar ve kendini 36. yaş doğum günü partisinde bulur. Yine tuvalette bir aynanın karşısındadır. İlk başlarda bunun alkol ve uyuşturucunun etkisinden kaynaklandığını düşünse de durumun çok daha farklı olduğunu anlaması uzun sürmez. Bir nevi Ölüm Günün Kutlu Olsun filminin mantığında aslında. Ancak Russian Doll’un değerini arttıran birkaç unsur var.
Birincisi prodüksiyon; Kıyafetler, makyajlar, görüntü yönetmeni ve oyuncular… Hepsi o kadar yerinde ve birbirini tamamlıyor ki kadroda hiç efsanevi bir ünlü olmasa dahi karakterlerin size olan yakınlığı, samimiyeti ve yaşadıkları farklı hayatlarla seyirciye güven duygusunu kazandırıyor. Bütün karakterlerle empati yapma yeteneğinizin doruklarına çıkıyorsunuz gerçekten.
İkincisi senaryo; Natasha Lyonne, başrolü canlandırdığı yetmezmiş gibi senaryo da yazıyor, yönetmen koltuğuna da oturuyor. Dizinin her aşamasına katkı sağlamış birisi anlayacağınız. Russian Doll’un senaryosunu incelediğimizde yarattıkları dünyanın küçük olması bakımından senaryonun biraz zorlayıcı olabileceğini düşünmüştüm. Ama senaristler bunun altından kalkmış gibi duruyor. Karakterlerin diyalogları beni en çok etkileyen kısımlardan biriydi. Öyle farklı ve içten yazılmış ki karakterler arasında geçen herhangi duygusal bir konuşmaya ağladıktan üç saniye sonra gülmeniz muhtemel.
Son olarak, bölümlerin arasına serpiştirilmiş metaforlardan bahsetmeden geçmemiz mümkün değil. Mesela ayna, Nadia’nın her öldüğünde partideki aynanın karşısında uyanması. Aynanın ters gösterdiğini bilirsiniz sağı sol, solu sağ olarak gösterir. Dizinin ilk bölümlerinde dağınık, kontrolsüz, eğlenmeyi seven biri olan Nadia, ortalarına doğru karşılaştığı Alan’la kendisini sıfırlıyor.
(Alan’dan başrol olması dışında bahsetmedim. Çünkü yazacağım her şey spoiler içerikli olurdu. Bu yüzden diziyi izleyip neler olacağını görmeniz sizin açınızdan çok daha iyi olabilir.)
Beni etkileyen diğer bir şey ise, Nadia her öldüğünde içlerinde bulundukları dünya küçülüyor. Ve her güne baştan başladığında ise etrafından bir obje kayboluyor.
Dizinin en vurucu ve en belirgin özelliklerinden olan müzik kullanımına değinmeden geçemeyeceğim. Kullandıkları bütün müzikler çok kusursuz. Sadece tek söyleyebileceğim şey Nadia’yla beraber biz de aynı günü tam on sekiz defa yaşadığımız için Harry Nilsson – Gotta Get Up şarkısını uzun bir süre dilinizden düşüremeyeceksiniz.
Bana kalırsa dizideki tek kusur biraz yavan kalmış olması, her bölümü ortalama 25-30 dakikadan oluşuyor ve aklınıza takılıp kalmış bazı soruların cevaplarını sezon bittiğinde dahi alamayabiliyorsunuz. Senaryodaki diyalogları ne kadar övsem de aslında hikâyenin genel anlatımında bir havada kalmışlık var. Sezon bittiğinde bile aklımızda hep aynı sorular dönüp duruyor.
Bir de her karakterin bir derinliği var. Kendilerine ait bir arka hikâyeleri var. Ancak yarattıkları karakterlere bu kadar derinlik verip Nadia’yı bundan mahrum bırakmaları beni biraz şaşırttı. Bu kadar akıllı yazılmış bir senaryoya bunu da eklemeleri gerekirdi. Mesela Nadia bir yazılım mühendisi ama dizide bunu çok kısıtlı bir zaman diliminde görebiliyoruz. Bunu daha dallandırsalar aslında birçok soru işaretini de akıllarımızdan silmiş olurlardı.
Netflix diziye ikinci sezon onayını vermiş durumda. Ancak ikinci sezona dair detaylı bir açıklama henüz yapmadılar. Hem aklımızdaki soru bulutlarının dağılması için hem de Nadia ve Alan’a tekrar kavuşabilmek için merakla yeni sezonu bekliyoruz.